Friday 20 July 2012

UNUTULMAYAN MCDONALD'S VAKASI: MCLIBEL





Karşımızda yeni bir McDonald’s vakası…

Şili’deki bir McDonald’s restoranında, hamburger ve peynirin içinden çıkmış bir fare kuyruğu bulunuyor.
Ülkemizden epey uzakta, Şili’de gerçekleşmiş olsa bile, bu kriz tekrar hepimizi bir silkeledi diye düşünüyorum. Muhtemelen başladık gene, “bir daha hayatta daha McDonalds’tan yemem, çocuğum ağlasa da zırlasa da kapısından dahi içeri sokmam” diye söylenmelere…

Yalan.

Tekrar gideceksiniz McDonalds’a. Tekrar tekrar.  Her seferinde gene gitmek için bahaneler uyduracağız kendimize; çünkü McDonald’s markasının ünü, onu yok sayabilmek için dünyaya fazla hakimiyet kurmuş. Markanın kimliğini oluşturan sloganı, logosu, maskotu, renkleri, dizaynı ve daha pek çok detayı, McDonalds’ı hayatımızdan çıkarmak için fazla belirgin ve oturmuş. Zaman zaman hakkında çok kötü şeyler duysak da ve bu kötü şeyler bilimsel açıklamalarla desteklense de, saplantılı bir aşk besliyor gibiyiz bu markaya. “McDonald’s sizi sevmiyor” diye bize haykırsalar dahi, platonik bir aşk gibi biz onu sevmeye devam etmekteyiz. Çoğu zaman da bu aşkımızı saklayıp kamufle ettiğimiz de bir gerçek. Gerek Amerikan emperyalizmi ile bağdaştırdığımız ideolojileri öne sürerek belirtiyoruz McDonalds’a olan antipatimizi gerekse alabildiğine yeşil bir aktivist rolüne bürünüp “önce sebze, kahrolsun yanmış yağlarda kızaran etler” gibi sloganlarla açığa vuruyoruz nefretimizi. Ama sağlıklı da olsa sağlıksız da, hiç kimse acıktığı bir vakitte kimbilir kaç kez canının kocaman bir BigMc çektiğini inkar edemez.

McDonalds’la ilgili fare kuyruğu (en azından sadece kuyruğuJ) haberini okuduktan sonra ben de, daha önce defalarca yaptığım gibi, yeni bir söz vermeye çalıştım kendime: “Bu ne ya, Şili’de de olsa McDonald’s ile fare kuyruğu yan yana mı? Iyy… Yok, ben dünyanın hiçbir yerinde almayayım”. Bu monoloğun çok dışında kalıp “Şili’deki olay beni bağlamaz abi, hem zaten yetkililer kuyruğun yanlışlıkla hamburger ve peynirin içine düştüğünü söylemişler, e bir daha da olmaz herhalde” tarzındaki tepkilere sahiplik eden tipolojiler de yok değil midir, elbette vardır. Fakat McDonalds’a bir daha gitmemek için iradeleriyle cebelleşen kısmın çoğunluğu oluşturduğu da çok aşikar.  

Velhasıl, Şili’deki McDonald’s haberini okumamla birlikte, aklımda, geçmişte yaşanmış ve döneminde ses getirmiş bir McDonald’s krizi canlandı. Belgeseli de çekildikten sonra yurtdışında çok ses getirmiş olan bu krizi bilmeyenleriniz için kısaca paylaşıyorum.

Krizimizin adı, 1986 yılında baş gösteren ve Greenpeace aktivistlerinin baş rolü oynadıkları  “McLibel” vakası. Bu kriz, aktivistlerin, “Nedir McDonald’s ile ilgili yanlış olan şey? Aslında, bilmemizi istemedikleri her şey!” sloganının yer aldığı 6 sayfalık broşürleri dağıtmalarıyla tetikleniyor. Başlattıkları bu kampanyayla Greenpeace aktivistleri McDonalds’ı; artan yoksulluğun, sağlıksız yiyeceklerin, işçi sömürülmesinin, Amazon tahribatının, çocuk işkencesinin bir sembolü olarak görüyor ve markayı dağıttıkları broşürlerle bu şekilde tanıtıyorlar.

Greenpeace’in başlattığı bu kampanya üzerine McDonald’s kendisine hilekar bir strateji belirliyor ve bir takım çevreci toplantılara ajanlarını göndererek çevrecilerin kimlik bilgilerine ulaşıyor. Sonrasında, örgüte tehditler savurarak McDonalds’tan özür dilemelerini istiyor. Mahkeme masraflarıyla başa çıkamayacakları için özür dilemek zorunda kalan çoğu çevreciden yalnızca Helen Steel ve Dave Morris  isimleri özür dilemeyi reddediyor. Bunun üzerine bu iki kişi McDonalds’ın açtığı davada sanık koltuğuna oturuyor.
“McLibel” krizi tam 2,5 yıl sürüyor ve İngiliz tarihinin en uzun süren davası olarak adından söz ettiriyor. İngiliz hukuku normları değerlendirilerek çıkarılan bir sonuç daha var; o da İngiliz Kanunu’nun McDonald’s lehine işlemiş olduğu. Şöyle ki;

İngiliz Hukuku, bir kişinin ya da kuruluşun ününü zedelemeyi yanlış bir tutum olarak tanımlayıp, davalının karalayıcı yönde iddia ettiklerini muhakkak kanıtlaması gerektiğini öne sürüyor. (Bu durum ABD hukukunda tam tersidir) Bu durumda sanık koltuğunda oturan Greenpeace, iddia ettiklerini kanıtlamaya yetecek delili bulamayınca (Amazon Ormanları’nın tahribatında kuruluşun hiçbir rol oynamadığını kanıtlamak zorunda olması gibi) uzun bir dava sürecine merhaba demiş oluyor.

Süreç 2 davayı kapsıyor. Birincisini, beklenilenden daha az bir rakama karşılık gelen 60.000 sterlinlik tazminatla McDonald’s kazanıyor; fakat bu parayı ödeyemeyen aktivistlerin peşinden de koşulmuyor. Her şey bitti sanılırken, aktivistler davayı insan hakları mahkemesine taşıyıp üstüne bir de zafer elde ediyorlar. Böylelikle dava süresince çektikleri maddi manevi sıkıntı yerini bir anda coşkulu bir galibiyet sevincine bırakıyor.

Diğer yandan, bu krizle başa çıkma taktiği olarak McDonald’s bir hataya düşüyor ve broşürlerde aktivistler tarafından iddia edilmiş (McDonald’s ve Burger King’in zehir kullanarak yağmur ormanlarını tahribata uğrattığını da içeren) ne varsa hepsinin de gerçek dışı olduğunu söylüyor.
Fakat, aktivistlerin ileri sürdüğü maddelerin tamamını içeren bu McDonald’s iddiası yapılan araştırmalar sonunda boş çıkıyor. Çünkü araştırmalar, dev markanın ne yazık ki işçi sömürgesinin bir parçası olduğu gerçeği ortaya çıkıyor.

Kriz süresince ve sonrasında McDonalds’ın yaptığı bir iletişim hatasına da değinilecek olunursa, markanın “tek yönlü asimetrik model” dediğimiz iletişim modeline başvurduğunu söylemek mümkün. Bu şu demek oluyor ki;

McDonald’s, aktivistlerin iddia ettiklerine karşı çıkarken ne Greenpeace’in gerçekte kim ya da ne olduğuna dair tam bir araştırma yapmış ne de halkın ve tedarikçilerin bu krizi nasıl değerlendirdiklerine ilişkin verileri elde etmek için beklemiş. Marka, kendine bir durup düşünme süreci vermeden ve bilinçli bir araştırmanın kapısını aralamadan körü körüne bir inkar yoluna gitmiş yani. Kısaca ajanlarıyla, tehditleriyle, tek yönlü ve hilekarca, “Benim adım McDonald’s, bir ben varım başka kimse yok” şeklinde naralar atmış dünyaya.

“McLibel” krizinin hafızalardan çıkmaması için oldukça çarpıcı noktalar var okuduğumuz üzere. Öyle ki krizin belgeseli dahi çekilip tüm dünyanın bu olaydan haberdar olması da sağlanmış. Bu belgesel, McDonalds’la ilişiği olan ya da olmayan herkesi bilinçlendirme adına pozitif bir rol oynarken en çok da krizlere maruz kalan ya da kalabilecek olan şirketlerin, sivil toplum örgütlerinin gerekli dersi çıkarıp ona göre adım atılması gerektiği bilincine varmalarını sağlaması açısından yararlı.

En azından böylesi bir durumda, özellikle PR’ın olmazsa olmazı “toplum nabzı” ölçülmüş olup sahip olunan algı konusunda bir fikir sahibi olundu diye düşünüyorum.

Sevgiler

No comments:

Post a Comment