Karşımızda yeni bir McDonald’s vakası…
Şili’deki bir McDonald’s restoranında,
hamburger ve peynirin içinden çıkmış bir fare kuyruğu bulunuyor.
Ülkemizden epey uzakta, Şili’de gerçekleşmiş
olsa bile, bu kriz tekrar hepimizi bir silkeledi diye düşünüyorum. Muhtemelen
başladık gene, “bir daha hayatta daha McDonalds’tan yemem, çocuğum ağlasa da
zırlasa da kapısından dahi içeri sokmam” diye söylenmelere…
Yalan.
Tekrar gideceksiniz McDonalds’a. Tekrar tekrar.
Her seferinde gene gitmek için bahaneler
uyduracağız kendimize; çünkü McDonald’s markasının ünü, onu yok sayabilmek için
dünyaya fazla hakimiyet kurmuş. Markanın kimliğini oluşturan sloganı, logosu,
maskotu, renkleri, dizaynı ve daha pek çok detayı, McDonalds’ı hayatımızdan
çıkarmak için fazla belirgin ve oturmuş. Zaman zaman hakkında çok kötü şeyler
duysak da ve bu kötü şeyler bilimsel açıklamalarla desteklense de, saplantılı
bir aşk besliyor gibiyiz bu markaya. “McDonald’s sizi sevmiyor” diye bize
haykırsalar dahi, platonik bir aşk gibi biz onu sevmeye devam etmekteyiz. Çoğu
zaman da bu aşkımızı saklayıp kamufle ettiğimiz de bir gerçek. Gerek Amerikan
emperyalizmi ile bağdaştırdığımız ideolojileri öne sürerek belirtiyoruz
McDonalds’a olan antipatimizi gerekse alabildiğine yeşil bir aktivist rolüne
bürünüp “önce sebze, kahrolsun yanmış yağlarda kızaran etler” gibi sloganlarla
açığa vuruyoruz nefretimizi. Ama sağlıklı da olsa sağlıksız da, hiç kimse
acıktığı bir vakitte kimbilir kaç kez canının kocaman bir BigMc çektiğini inkar
edemez.
McDonalds’la ilgili fare kuyruğu (en azından
sadece kuyruğuJ) haberini okuduktan sonra ben de, daha önce defalarca yaptığım gibi,
yeni bir söz vermeye çalıştım kendime: “Bu ne ya, Şili’de de olsa McDonald’s
ile fare kuyruğu yan yana mı? Iyy… Yok, ben dünyanın hiçbir yerinde almayayım”.
Bu monoloğun çok dışında kalıp “Şili’deki olay beni bağlamaz abi, hem zaten
yetkililer kuyruğun yanlışlıkla hamburger ve peynirin içine düştüğünü
söylemişler, e bir daha da olmaz herhalde” tarzındaki tepkilere sahiplik eden
tipolojiler de yok değil midir, elbette vardır. Fakat McDonalds’a bir daha
gitmemek için iradeleriyle cebelleşen kısmın çoğunluğu oluşturduğu da çok
aşikar.
Velhasıl, Şili’deki McDonald’s haberini
okumamla birlikte, aklımda, geçmişte yaşanmış ve döneminde ses getirmiş bir
McDonald’s krizi canlandı. Belgeseli de çekildikten sonra yurtdışında çok ses
getirmiş olan bu krizi bilmeyenleriniz için kısaca paylaşıyorum.
Krizimizin adı, 1986 yılında baş gösteren ve Greenpeace
aktivistlerinin baş rolü oynadıkları “McLibel”
vakası. Bu kriz, aktivistlerin, “Nedir McDonald’s ile ilgili yanlış olan şey?
Aslında, bilmemizi istemedikleri her şey!” sloganının yer aldığı 6 sayfalık
broşürleri dağıtmalarıyla tetikleniyor. Başlattıkları bu kampanyayla Greenpeace
aktivistleri McDonalds’ı; artan yoksulluğun, sağlıksız yiyeceklerin, işçi
sömürülmesinin, Amazon tahribatının, çocuk işkencesinin bir sembolü olarak
görüyor ve markayı dağıttıkları broşürlerle bu şekilde tanıtıyorlar.
Greenpeace’in başlattığı bu kampanya üzerine
McDonald’s kendisine hilekar bir strateji belirliyor ve bir takım çevreci
toplantılara ajanlarını göndererek çevrecilerin kimlik bilgilerine ulaşıyor. Sonrasında,
örgüte tehditler savurarak McDonalds’tan özür dilemelerini istiyor. Mahkeme
masraflarıyla başa çıkamayacakları için özür dilemek zorunda kalan çoğu çevreciden
yalnızca Helen Steel ve Dave Morris isimleri özür dilemeyi reddediyor. Bunun
üzerine bu iki kişi McDonalds’ın açtığı davada sanık koltuğuna oturuyor.
“McLibel” krizi tam 2,5 yıl sürüyor ve İngiliz
tarihinin en uzun süren davası olarak adından söz ettiriyor. İngiliz hukuku
normları değerlendirilerek çıkarılan bir sonuç daha var; o da İngiliz Kanunu’nun
McDonald’s lehine işlemiş olduğu. Şöyle ki;
İngiliz Hukuku, bir kişinin ya da kuruluşun
ününü zedelemeyi yanlış bir tutum olarak tanımlayıp, davalının karalayıcı yönde
iddia ettiklerini muhakkak kanıtlaması gerektiğini öne sürüyor. (Bu durum ABD
hukukunda tam tersidir) Bu durumda sanık koltuğunda oturan Greenpeace, iddia
ettiklerini kanıtlamaya yetecek delili bulamayınca (Amazon Ormanları’nın
tahribatında kuruluşun hiçbir rol oynamadığını kanıtlamak zorunda olması gibi) uzun
bir dava sürecine merhaba demiş oluyor.
Süreç 2 davayı kapsıyor. Birincisini,
beklenilenden daha az bir rakama karşılık gelen 60.000 sterlinlik tazminatla
McDonald’s kazanıyor; fakat bu parayı ödeyemeyen aktivistlerin peşinden de koşulmuyor.
Her şey bitti sanılırken, aktivistler davayı insan hakları mahkemesine taşıyıp
üstüne bir de zafer elde ediyorlar. Böylelikle dava süresince çektikleri maddi
manevi sıkıntı yerini bir anda coşkulu bir galibiyet sevincine bırakıyor.
Diğer yandan, bu krizle başa çıkma taktiği
olarak McDonald’s bir hataya düşüyor ve broşürlerde aktivistler tarafından
iddia edilmiş (McDonald’s ve Burger King’in zehir kullanarak yağmur ormanlarını
tahribata uğrattığını da içeren) ne varsa hepsinin de gerçek dışı olduğunu
söylüyor.
Fakat, aktivistlerin ileri sürdüğü maddelerin
tamamını içeren bu McDonald’s iddiası yapılan araştırmalar sonunda boş çıkıyor.
Çünkü araştırmalar, dev markanın ne yazık ki işçi sömürgesinin bir parçası
olduğu gerçeği ortaya çıkıyor.
Kriz süresince ve sonrasında McDonalds’ın
yaptığı bir iletişim hatasına da değinilecek
olunursa, markanın “tek yönlü asimetrik model” dediğimiz iletişim modeline
başvurduğunu söylemek mümkün. Bu şu demek oluyor ki;
McDonald’s, aktivistlerin iddia ettiklerine
karşı çıkarken ne Greenpeace’in gerçekte kim ya da ne olduğuna dair tam bir araştırma
yapmış ne de halkın ve tedarikçilerin bu krizi nasıl değerlendirdiklerine
ilişkin verileri elde etmek için beklemiş. Marka, kendine bir durup düşünme
süreci vermeden ve bilinçli bir araştırmanın kapısını aralamadan körü körüne
bir inkar yoluna gitmiş yani. Kısaca ajanlarıyla, tehditleriyle, tek yönlü ve
hilekarca, “Benim adım McDonald’s, bir ben varım başka kimse yok” şeklinde
naralar atmış dünyaya.
“McLibel” krizinin hafızalardan çıkmaması için
oldukça çarpıcı noktalar var okuduğumuz üzere. Öyle ki krizin belgeseli dahi çekilip
tüm dünyanın bu olaydan haberdar olması da sağlanmış. Bu belgesel, McDonalds’la
ilişiği olan ya da olmayan herkesi bilinçlendirme adına pozitif bir rol
oynarken en çok da krizlere maruz kalan ya da kalabilecek olan şirketlerin,
sivil toplum örgütlerinin gerekli dersi çıkarıp ona göre adım atılması
gerektiği bilincine varmalarını sağlaması açısından yararlı.
En azından böylesi bir durumda, özellikle PR’ın
olmazsa olmazı “toplum nabzı” ölçülmüş olup sahip olunan algı konusunda bir
fikir sahibi olundu diye düşünüyorum.
Sevgiler
No comments:
Post a Comment