Friday 31 August 2012

MCDONALDS'TAN ÇOCUKLARA: BENİ SİZLER VAR ETTİNİZ




McDonalds’ın, her yaşın damak tadına hitap etmesine rağmen, en çok çocuklarla arasının iyi olduğunu söyleyebiliriz öyle değil mi?

Markanın kurucusu Ray Kroc’un, McDonalds’ı inşa ederken, ilgili pazarda en çok çocukları hedefine aldığı bir gerçek. Bunun nedeni ise bazı akademik yazarlar tarafından, çocuklar ile geleneksel anlayışlar arasındaki bağın zayıf olması olarak gösteriliyor. Açacak olursam;

McDonald’s markası, markanın vatanı Amerika’nın sahip olduğu kültürden çok farklı bir kültüre sahip ülkeler için bir Amerikan dayatması olarak algılanıp oluşabilecek bir kültür yozlaşmasının kaynağı olarak görülüyor. Bu ülkelerde açılan her yeni McDonald’s restoranı, arzu edilmeyen bir Batılılaşma sürecinin zinciri olarak kabul ediliyor. Daha doğrusu, kabul ediliyordu; çünkü bu anlayış McDonalds’ın kendini doğuda henüz kabul ettirme sürecinde çok daha belirgindi.

Söz konusu olan bu kültür farklılığının ve ticari anlamdaki etkilerinin taraflarınca pek de bilincinde olunmadığı bir kitle var ki o da çocuk kitlesi. Eşsiz bir tat ve sevilen maskot Ronald McDonald’ın katkılarıyla markaya eğlenceli bir tema yükleyen çocuklar için McDonald’s bütün eşitsizlik ve sınırların görünmez olduğu bir harikalar diyarı sayılabilir. Çocuklar Ronald’ı, onların ne istediğini bilen, daha da önemlisi, onları sipariş tezgahından oyun alanlarına kadar güvende hissettiren bir kahraman olarak görüyorlar. Bütün bunlar gözönünde bulundurulduğunda Krock’un, tüm dünya pazarında rahatlıkla yer alabilmesini kolaylaştıran çocuk kitleye yönelmesi de oldukça stratejik.

1983 yılında The Times’da yayınlanan bir makalede, yaşları 2’ye kadar düşen çocukların bile, annelerini McDonald’s restoranlarına doğru çekiştirdikleri belirtildi. Henüz çok küçük olan çocukları tarafından bu tarz yoğun bir baskıya maruz kalan ebeveynlerin ise McDonalds hakkında olumlu fikirlere sahip olması çok kolay olmadı elbette.

McDonalds’ın, çocukların akıllarını çelici, etik olmayan bir reklam politikası yürüttüğünü iddia ederek markaya karşı ayaklanmış olan pek çok ebeveynin konu olduğu haberleri okuduğumu hatırlıyorum. Fakat görüldüğü üzere hakkında çıkmış eleştirileri, geliştirdiği politikalarla eritip daha ılımlı bir yöne çekmeyi başarmış olan McDonald’s her geçen gün daha çok çocuk ve ebeveyni kazanmaya devam ediyor.

Şunu da belirtmekte fayda var ki, McDonalds’ın çocuklara cazip gelen en önemli taraflarından biri, hissettirdiği özgürlük duygusu. Günlerinin çok büyük kısmını zaten ailelerinin otoriteleri altında geçiren çocuklar için, oyun alanlarına sahip McDonald’s bir özgürlük alanı. Bu özgürlük hissini örneklendirecek bir de şahidim var.

Marka henüz drive-in, yani arabaya servis şeklinde hizmet verdiği dönemlerde, sipariş almakla yükümlü ilk görevlilerden Art Bender, ilk McDonald’s müşterisinin, kendi kendine sipariş veriyor olmaktan çok hoşnut olan 9 yaşında bir çocuk olduğunu söylüyor. Bender’ın söylediğine göre, çocuklar tezgahın yanına gelmekten ve ellerindeki hamburgerden bir yandan bir iki ısırık alırken bir yandan da diğerini sipariş ediyor olmaktan oldukça haz alıyorlar. Geriye baktıklarında arabanın içinde hala annelerini görüyorlar fakat aynı zamanda hiç olmadıkları kadar özgürler.

Fransa’daki çocuklarla yapılan röportajlara göre de McDonald’s’ta çocuklar, ailelerinden gelen minimum müdahele ile çok mutlular. Ayrıca restoranların gürültüsünün, parlak renklerinin ve çalışanların uyumluluğunun çocukları olduğu kadar rahat bir yaşam tarzına sahip olan yetişkinleri de kendine çektiğini söylemek mümkün.

Fast food sektöründeki bu lider marka her ne kadar hala pek çok ebeveyn tarafından çocuklardan uzak tutulmaya çalışılsa da, sadece kendi etrafımda, çocukları doğmadan önce, onlara McDonalds’dan asla yedirmeyeceklerini söyleyen fakat sonrasında onları en az iki haftada bir McDonald’s restoranına götürmek zorunda kalan pek çok aile biliyorum. Yani Ronald amca ortalıkta dolandığı müddetçe çocukları McDonalds'tan uzak tutmak hiç de mümkün değil.



Thursday 23 August 2012

COCA COLA TÜRKİYE'YE THE STEVİES'DEN 3 ÖDÜL

Haberler.com'dan alinmistir.


Coca-Cola Türkiye, 2002'den beri her yıl ikiyüzden fazla yetkiliden oluşan bir jürinin değerlendirdiği dünya çapındaki bireysel ve kurumsal başarıları onurlandıran, The Stevies olarak da bilinen International Business Awards 2012'de 3 ödüle layık görüldü. 125. yıl etkinlikleri kapsamında gerçekleştirilen "Coca-Cola ile Mutluluk Yolculuğu" sergisi, Haziran ayında Pazarlama İletişimi ve Bütünleşik Pazarlama dalında Altın Pusula Halkla İlişkiler Ödülü'nü de almıştı.

125. Yıl kutlamaları çerçevesinde Türkiye'ye özel olarak hazırlanan sergi ile altmıştan fazla ülkeden gelen sayısız proje ile yarıştığı The Stevies'de "En iyi Kurumsal İmaj Organizasyonu" dalında Altın, "Yılın PR Programı ? Bilinirlik/Marka Yönetimi" ve "En İyi Tüketici Organizasyonu" dallarında ise Gümüş Stevie ödüllerini alan Coca-Cola Türkiye, ödülleri 15 Ekim tarihinde Kore'nin Seul kentinde düzenlenecek bir ödül töreninde alacak.

Mutluluk mirası dört bir yanda
125 yıllık mutluluk mirasını 'Coca-Cola mutluluğu' konseptiyle hedef kitle ile buluşturan "Coca-Cola ile Mutluluk Yolculuğu" sergisi geçmişten geleceğe mutluluk yolculuğunu, geçmiş ve gelecek olarak iki farkli bölüm ile seyircilere yaşattı. Sergi ile 1800'lerin sonundan günümüze dek yaşanan ana dönemlerin yaşam tarzı ve beğenilerini yansıtan obje ve sanat eserleri,izleyicilerin beğenisine sunuldu. Coca-Cola'nın merkezi Atlanta'dan sergi için Türkiye'ye getirilen birbirinden değerli eserler arasında Andy Warhol, Norman Rockwell, Haddon Sundblom, Hufford, Peter Tutzauer gibi dönem sanatçılarının markaya özel çalışmaları da vardı. Sergide Coca-Cola'nın dünya ve Türkiye'deki ilk ilan çalışmalarının yanı sıra uzaya gönderilen ilk Coca-Cola şişesi ve koleksiyoner Melis Kori'nin Türkiye'de satışa sunulan şişelerden oluşan 170 parçalık koleksiyonu gibi nadir görülen sunumlar da yer aldı.

Mekan ve zaman algısı değiştirilerek geleceğe atıfta bulunan ikinci bölüm ise görsel bir gösteri oldu. Coca-Cola'nın geleceğe uzanan öyküsünü 4,5 dakikalık sanal bir yolculuğa dönüştüren bölümde 4 boyutlu ses kullanımıyla davetlilere işitsel ve görsel bir deneyim yaşattı. Türkiye'de ilk kez kullanılan bu sistemle Coca-Cola'nın sahip olduğu temel değerlerden yola çıkarak özel olarak tasarlanan görsel efektler, davetlilere 360°'lik açıyla izleme imkanı sağlayabilmek amacıyla Quadraphonic (Surround) ses uygulaması eşliğinde sunuldu.

Wednesday 22 August 2012

KAÇIRANLAR İÇİN TÜRKİYE İŞ BANKASI RÖPORTAJI

Haberin tazeliginin uzerinden zaman gecmesine ragmen yine de Turkiye İs Bankasi genel baskani ve
muduruyle yapilan roportaji kayitlarim arasinda tutmak istiyorum.
Ulke olarak artik katlanilamaz bir gundemi kapi disari edemedigimiz su gunlerde, Turkiye İs Bankasi'nin yaptigi vurgular, hümanist ve cesaretli tavri dikkat cekmeyecek gibi degil. Turkiye'mizin demir ağlarla örüldüğü zamanlarin dayanismaci bir sahiti olarak T.İ. Bankasi'nin Cumhuriyetin Bankasi oldugunu vurgulamasinin, bir sosyal bilinç tavrinin ticari bir kimlik güçlendirmesine donusmesinin bir ornegi oldugunu soylemek de yanlis olmaz.
Asagida röportaj yer almakta.

'Mangal gibi yüreğimiz var biz Cumhuriyet kurumuyuz'
İş Bankası, Kafkaslar'daki ilk şubesini Gürcistan'ın Türkiye'nin sınırındaki kenti Batum'da açtı. Yurtdışında en son şubeyi Erbil'de açan İş Bankası, Türkiye'de ise Güneydoğu'da Yüksekova'da şube açmaya hazırlanıyor. Batum Şubesi'nin açılışında Yönetim Kurulu Başkanı Ersin Özince ve Genel Müdür Adnan Bali ile sohbet ettik. Türkiye ve dünya ekonomisindeki gelişmeler, bankacılık, konut fiyatlarındaki balon endişesi gibi birçok farklı alandaki soruları yanıtlayan İş Bankası yöneticileri, şube açtıkları bölgelerdeki terör ve savaş olaylarını da değerlendirdi.

Avrupa'da risk daha fazla
Türkiye'nin Suriye, Irak, İran gibi komşularıyla artan gerginliği nasıl değerlendirdiği sorusu üzerine Özince, Gürcistan Merkez Bankası yetkililerinin bu soruyu sorduğunu söyleyerek şu değerlendirmeleri yaptı:
Banka yetkililerine evet dedim, sizin Kafkaslar da bir volkandı, şimdi uyuyor. Ama maalesef Ortadoğu bir türlü uyumuyor. Türkiye'yi, müşterilerimizi ilgilendiren her türlü konu bizi de ilgilendirir. Ama bunlar yönetilemez sorunlar değil. Ortadoğu'daki risklerimiz Avrupa'dakinden çok daha az.
Şimdi doğrusunu isterseniz bunlar beni tedirgin etmiyor. Çünkü biz Kıbrıs Barış Harekâtı'nda halk panikleyince veznelere camın arkasına para yığıp güven telkin eden bir bankayız. İş Bankası sadece bir banka değil, Cumhuriyet'in kuruluşu.
Bize ülkemizle ilgili riskler vız gelir. Bizim sermayedarımızın yüreği pıt pıt atmıyor. Mangal gibi yürek var. Akşam yatıp da sabaha kalktığında ne yapacağım diye düşünmüyor. Bunu yapana da saygım var, bir şey demiyorum.
Özel sektör, özel sermaye belki tedirgin olabilir ama bizim yüreğimiz öyle pır pır Selanik değil. Bu misyonla kurulduk biz. Falanca banka gibi çok korktum, Güneydoğu'dan, bilmem ne. Ne korkacağım.

Yüksekova'ya şube
İş Bankası Genel Müdürü Adnan Bali de önümüzdeki günlerde Yüksekova'ya şube açacaklarını belirterek şu katkıyı yaptı: "1197 adet şubeyle Türkiye'ye mal olmuş bir bankayız. Tası tarağı toplayıp başka bir yere gidecek halimiz yok. Ülkedeki birkaç değişkenden şu ya da bu şekilde rahatsız olup o riskleri başkalarına devredip geri çıkanların yapacağı iştir bu. Bizimki o değil."

Konut fiyatlarında balon yok
Türkiye'de konut balonu olup olmadığı sorusunu da Özince 'Batum-İstanbul' karşılaştırması yaparak yanıtladı: "Kanyon'da fiyatların 2400 euro olduğunu duyduğumda aklım durmuştu. Ama burada bir evin metrekaresi 3-5 bin dolar. Dünya kenti olan İstanbul'da metrekare fiyatı neden 4-5 bin dolar olmasın? Demografiye ve şehirlerin gelişmesine baktığımızda balon olmadığını görüyoruz. Kısaca sorun görmüyorum."

Türk girişimci çevreye yayılmalı
Avrupa ile ticaretin yüzde 60'lardan yüzde 40'lara indiğini, bunun da dinamizmi ifade ettiğini söyleyen Özince önerilerini şöyle sıraladı: "Türk müteşebbisinin de çevreye yayılması lazım. Çünkü teknoloji geliştirme yeteneğimiz yok. Rekabet merdiveninde üste çıkamayacağımız için üretim maliyetinin ucuz olduğu yerlere göç ederek bunu yapabiliriz. Yeni pazarlar bize asıl katkıyı sağlayacak düzeyde oluşmadı. En temel risk olarak etrafımızdaki sosyo politik riskleri görmeliyiz."

Batum sıçrama taşı
Gürcistan'ın içinde Acara Özerk Cumhuriyeti'nin başkenti olan Batum'da kurulan İş Bankası şubesinin açılışı için gerçekleştirilen resepsiyona Acara Özerk Cumhuriyeti Başbakanı Levan Varshalomidze, Batum Başkonsolosu Engin Arıkan ile işadamları katıldı. İş Bankası Yönetim Kurulu Başkanı Özince, şunları söyledi: "Gürcistan'da Türk müteahhitler tarafından üstlenilen 83 projenin tutarı 1 milyar doları aşmış, bilhassa son dönemde hidroelektrik santralları inşasında Türk şirketleri önemli bir yer edindi. Türkiye son 5 yılda Gürcistan'a yapılan doğrudan yabancı sermaye yatırımları içinde 525 milyon dolarlık yatırım ve yüzde 8,7'lik payla da üçüncü sırada. Bu güçlü ticari birliktelik, İş Bankası Grubu olarak Gürcistan'ı odağımızda tutmamızı sağlamış, yatırımlarımız için bizi motive eden bir unsur olmuştur" dedi. 

Tuesday 21 August 2012

ABD'NİN DİET KOLASİ SATİS YUKSELİSİNİ PAZARLAMA STRATEJİLERİYLE PERCİNLİYOR

Media Cat Online haberidir.

Diet Kola ambalajını yeniliyor

ABD’de Diet Kola, beş yıldan fazla süredir ilk defa ambalaj tasarımını kalıcı olarak değiştiriyor.
1 Eylül’de marka imajını, geçen sonbahar tanıttığı yeni tasarımla değiştirecek. Yeni ambalajlar sınırlı sayıda olacak.
Diet Kola’nın logosu yerine D ve k harflerinden oluşan tasarım, Turner Duckworth’e ait. Arka planda gümüş renk hakim olan teneke kutuda kırmızı ve siyah renk kullanımı eskisi gibi aynı bırakıldı.
Tasarımda değişim, sadece teneke kutu üzerinde olup şişeleri kapsamıyor.

Markanın sözcüsü Kerry Tressler, baş harflerin kullanıldığı yeni logonun popüler talep üzerine oluştuğunu ifade ediyor.

Marka için, ilk çeyrek etrafında yoğunlaşan atılımlarıyla  Sonbahar mevsimi önemli bir pazarlama periyodu oldu.
2010’da Diet Kola Pepsi’yi geçti ve ABD’de içecek sıralamasında ikinci oldu. Ve o zamandan beri, bu durumu avantaj olarak görüp, yılın ikinci yarısında pazarlamaya hız verdi.
Tarihsel olarak Diet Kola’nın pazarlamasına, ilk çeyrekte Academy Ödülleri sponsorluğunda ve New York Moda Haftası’yla bağlantılı olan Heart Truth kampanyası ile ağırlık verildi.

Saturday 18 August 2012

ÇİN'DEKİ MELAMİNLİ SÜT TOZU SKANDALI


..

Wikipedia'dan Çevrilmiştir

2008’de Çin’de, bir gıda güvenliği skandalı olan süt krizi yaşandı. Kriz, sütü ve bebe mamalarını da kapsayan bazı gıda ürün ve bileşenlerinin içerisine “melamin” maddesinin karıştırılması ve bunun ortaya çıkmasıyla baş gösterdi.

2008’in Kasım ayında, Çin, böbrek taşlarından ve çeşitli böbrek tahribatlarından dolayı ölen 6 bebeğin ve hastaneye kaldırılan 860 bebeğin duyurusunu yaptı. Yapılan araştırmalara göre, sütün içerisine, protein miktarını daha yüksek göstermek için melamin maddesinin karıştırıldığı öğrenildi. Daha trajik olanı ise, 2004 yılında, Çin’de gene bu tarz bir sahtecilik olayından ötürü kötü beslenmeden 13 bebeğin ölmüş olması.

Skandal, 16 Temmuz günü, Sanlu Grup tarafından üretilen süt tozlarıyla beslenen, Gansu ilindeki 16 bebeğe böbrek taşı teşhisi konulmasıyla açığa çıktı. Bu olay ilgileri, Çin’deki politik yozlaşmaya ve gıda güvenliği konusuna çekerek günlük Çin ürünlerini ithal eden 11 ülkenin Çin’le ticareti sonlandırmasıyla Çin’in yiyecek ihracatın da zarar vermiştir.

Skandal neticesinde iki kişi idam edildi, bir kişinin ölüm cezası askıya alındı ve üç kişi de müebbete mahkûm edildi. Bir başka iki kişi 15 yıl hapis cezası aldı, 7 yerel yönetim görevlisi de işten atıldı ya da istifaya zorlandı.

Dünya Sağlık Örgütü, bu krizi, son yıllarda karşılaşmış olduğu en büyük gıda krizi olarak niteliyor ve Çin’li tüketiciler tarafından da üstesinden kolay gelinemeyecek bir vaka olduğunu belirtiyor. Daha da önemli bir çıkarım olarak, bu melamin skandalının büyüklüğünün; tüketicileri basit, kısa dönem kârlarıyla aldatmak için kasıtlı olarak meydana getirilmesinin bir kanıtı olarak görüyor.

Kriz, özet olarak bu şekilde tanımlanabilir. Şimdi biraz daha ayrıntıya girecek olursa, öncelikle melaminin ne olduğunu belirtmekte fayda var.

Melamin, bir tür plastik olan melamin- formaldeyhde ( su ile karıştırılıp antiseptik olarak kullanılan gazlı keskin bir katışık) reçinesinin üretiminde kullanılan, alevlenmeyi geciktirici özelliği olan ve genellikle tezgah üstlerinde, kuru temizleme tahtalarında kullanılan bir madde. Bu madde, nitrojen bakımından hayli zengin olup bazen yiyeceklerin içine, görünen protein miktarını artırmak için karıştırılabiliniyor. Melamin aynı zamanda, içme sularında ve hayvan yemlerinde kullanıldığında, vücutta siyanürik asit olarak tepki verdiği zaman (bu mümkün)hayvanlarda ve insanlarda, böbrek ve idrar yolları problemlerine yol açabiliyor. Bu yüzden melamin kullanımı, gıda sektörünce, evrensel olarak yasaklanmıştır.

17 Eylül 2008’de Sağlık Bakanı Chen Zhu, bozulmuş süt formülünün 6200’den fazla çocuğu hasta ettiğini, daha çok yeni doğan 1300’den fazlasını hastaneye mâhkum ettiğini, bunlardan 158’inin şiddetli böbrek rahatsızlığına maruz bıraktığını belirtti. 23 Eylül itibariyle 54000 çocuğun hasta, 4 çocuğun da öldüğü ilan edildi. Dünya sağlık örgütünün raporuna göre çocukların hasta düşen % 82’si 2 yaş ve altındaydı. Hong Kong Gıda Güvenliği Merkezi, mağdurların % 99’unun 3 yaşın altında olduğunu duyurdu. İnsanlar dışında Hangzhou Hayvanat Bahçesi’nde bir yavru aslanın ve iki orangutan yavrusunun da Sanlu süt tozuyla beslenerek yaralandığı bildirildi.

8 Ekim’de hükümet, sürekli güncellenen verilerin, bu bir salgın hastalık olmadığı için, yayınlanmasına ve her seferinde halka duyurulmasına lüzum olmadığını belirtti.
Çin’in güneybatısındaki Shaanxi Jingiao Günlük Ürün Şirketi’nden bir temsilci, süte ilave edilen ve denetlenmeyen maddelere dair korkularını halka açık bir şekilde duyurmuştu. Bu temsilcinin resmi kurumlara ve günlük ürün imalatçılarına 2005 ve 2006 yılında yaptığı şikayetler maalesef sonuçsuz kaldı. Bu durum, Merkezi Çin Televizyonu tarafından ele alındı fakat Shaanxi Kalite ve Teknik Uzmanları Bürosu, herhangi bir kötüye kullanım kanıtı bulamadı.

15 Eylül’de, Sanlu Şirketi, zehirlenmiş sütler için halktan özür diledi, üretimi durdurup bütün satılmamış sütleri imha etti, raflardaki bütün ürünlerini toplattı. Yetkililer Sanlu depolarında 2176 ton süt tozunun bulunduğunu, 9000 ton süt ürününün de toplatıldığını belirttiler.

Bütün bu skandal sonrasında, Sanlu markası oldukça zarar gördü. 27 Eylül itibariyle China Daily Gazetesi Sanlu’nun iflasa gittiğini ve Beijing Sanyuan Gıda Şirketi tarafından devralınabileceğini duyurdu. Sanlu aynı zamanda, mağdur olan çocukların ebeveynleri tarafından da açılmış pek çok davanın sanığı oldu.

Krizden ötürü tüketiciler de paniğe kapılıp günlük ürünlere olan taleplerini azalttılar. Bu durum, sütlerini satacak ve günlük ürün veren ineklerini destekleyecek kimseyi bulamayan 2 milyon Çinli çiftçinin zor durumda kalmasına da yol açtı. Çiftçiler sütlerini döktüler ve ineklerini de sattılar.

Süt tozu faciası, akıllara, Çin’de meydana gelmiş 2008 Yaz Olimpiyatları’nı da akıllara getirdi. Melamin ile bozulmuş süt ve süt ürünlerinin, olimpiyatlar esnasında tüketilen ürünlere karışmış olup olamayacağı akıllarda soru işareti bıraktı. Fakat yetkililer, ‘Biz, olimpiyatlardaki yiyecek tedariki için özel kalite yönetim önlemleri aldık’ diye duyurarak bu ürünlerin güvenli olduğunu belirtti.

25 Eylül 2008’de Avrupa Birliği Komitesi, Çin sütünü içeren bebek mamalarının ithalatına ambargo koydu. Aynı zamanda komisyon,her türlü Çin üretimli yiyecek maddesinin çok daha sıkı bir şekilde denetlenmesine dair önlemler aldı. Hollanda’da da bozuk Çin ürünlerine rastlandı, Fransa da bütün günlük Çin imalatı ürünleri raflardan kaldırttı. İngiltere’deki büyük market zinciri Tesco ise White Rabbit şekerlerini raflarından kaldırdı.

Melamin krizi, süt üreticilerine karşı müthiş bir kızgınlık beslenmesine neden oldu. Sanlu ofisinin önünde, ödedikleri ürünlerin parasını geri almak isteyen uzun tüketici kuyrukları oluştu. Sanlu web sitesi birkaç kez saldırıya maruz kaldı ve sitenin ismi ‘Melamin Grubu’ olarak değiştirildi. Melamin Grubu ismi, Çince karakterlerle ‘ 三聚氰胺集团olup Sanlu ismini oluşturan ’三鹿 daki   ‘ karakteriyle ince bir şekilde oynanarak oluşturuldu.

Başkan Wen Jiabo’nun skandala tepkisi halktan özür dilemek oldu ve süt skandalı ile ilgili kendisini son derece suçlu hissettiğini söyledi.

Wednesday 15 August 2012

DOMİNOS'UN LOGO DEĞİŞİKLİĞİ





Yeryüzündeki her türlü canlı için “kimlik” olgusunun ne kadar önemli olduğu tartışılamaz. Bu ister bir çiçek olsun, ister bir hayvan, isterse bir eşya, hepsinin birer kimliği olduğu ve hafızalarımıza kimlikleriyle konuşlandıkları bir gerçek.  Diğer yandan kimlik kavramının üzerine binen anlam ve sorumluluk elbette ki bütün türler için aynı şekilde yorumlanamaz.

Bir çiçeğin kimliğinden onun rengi, kokusu, yaşam tarzı ve hayattayken etrafındakilere bulunduğu katkı ya da zarar hakkında bir fikir elde edebilirken, aynı çiçeğin değişen koşullar doğrultusunda bambaşka bir yaşam tarzını benimsemesini,  kendine yeni hedefler koyarak hayatına devam etmesini bekleyemeyiz. Her ne kadar, her ortamın çiçeği, koşullarla baş edebilecek farklı özelliklere sahip olsa da (kaktüs mesela), değişik ortamlarla mücadele etme yetileri onlara, var olmaya başladıkları andan itibaren zaten bahşedilmiş.

Bu, içgüdüleriyle hareket eden hayvanlarda da böyle.
Aklıyla düşünebilme yetisine sahip tek tür olan insanın ise kendisinden ve kendisinden başka her türden sorumlu olduğu gerçeği, kimlik olgusunun insan üzerinde devasa bir boyutta yorumlanmasına neden olmakta. Dolayısıyla insanın ürettiği, hakim olduğu, oluşumuna ortam hazırladığı her şeyin kimliği de aynı öneme sahip duruma geliyor. Tıpkı markalar gibi.

Oluşumlarının arkasında insan olduğunu düşündüğümüzde, markaların aslında insanlardan çok da farklı bir yapıya sahip olmadıklarını söyleyebiliriz. Hatta değişen koşullar doğrultusunda stratejilerini değiştirip kendilerini daha çok sevdirme yöntemlerine başvurduklarına bakarsak, bir akıla sahip olup düşünebildiklerini söylemek de mümkün. Bir alt insan ve çok çeşitli istek, ilgi ve meraka karşılık verebilecek alt kimliklerdir markalar.

Marka ve kimlik üzerine teori ve pratikte söylenecek çok şey, verilecek çok örnek var kuşkusuz; fakat uzatmadan, yakın zamanda bir marka kimliği restorasyonu örneği teşkil eden önemli bir markanın haberine yer vererek, yukarıda yazdıklarımı küçük çapta örneklendirmek istiyorum.

Marka kimliğinin en önemli öğelerinden biri olan “logo” unsurunun yine önemli bir marka tarafından değiştirilmesi ve markaya yeni bir kimlik kazandırılmaya çalışılmasına örnek olan, Los Angeles Times Gazetesi’nde yer alan Domino’s haberini aşağıda okuyabilirsiniz.

Domino’s Pizza ‘geleceğin restoranı’projesini hayata geçirerek logosunu yeniledi.
 Domino’s Pizza’nın artık, restoran dizaynını destekleyen ve ‘pizza yapma becerisi ve sanatı’ nı vurgulayan yeni bir logosu var. Şirketin söylediğine göre zincirin ‘geleceğin restoranı’, yıllardan beri süregelen büyümenin ve bir konsept denemesinin ürünü. Projenin içine aldığı yeni ‘pizza tiyatrosu’ tasarımı, pizza aşçıların çalışmalarını alenice gösteren açık mutfak tasarımını benimsiyor.

Bu yenilenmeyle, Domino’s tüketicileri rahat lobi alanlarında bir araya gelebilecekleri gibi elektronik olarak sipariş vermek için telefon klübelerini de kullanabilecekler. Ek olarak, restoran civarındaki tebeşir tahtasına şikâyetlerini ya da olumlu bildirimlerini yazabilecekler, bunun yanında restoran içerisinde yer alacak büyük ekran televizyonlarla da bir seyir keyfi yaşayabilecekler. Dominos’tan alıp da Domino’s restoranında oturup yemeyen tüketiciler için, onların salata, süt, kurabiye, tatlı ya da diğer yiyeceklere de erişmeleri sağlanacak.

Lider restoran zinciri Domino’s, Amerika’da şimdiye kadar neredeyse bir düzine konsept restoran inşa etti.
Kuruluş, bu tasarım restorancılığına ek olarak logosunda da bir değişikliğe giderek, bütünsel olarak kare gözüken logosunu, eskisiyle oldukça benzeşen yeni dikdörtgen şekline çeviriyor.

Bu basit fakat görsel olarak dikkat çekici yeni logoyla umut edilen, bir Nike logosu kadar ya da McDonalds’ın altın yayları kadar fark edilebilir ve bilinir olmak.
Sadece yeni restoranların ve bir tasarım değişikliğine uğrayan eski restoranların bu yeni logoyu kullanmalarına izin verileceğinin de belirtilmesi gerekiyor.
Yeni politikalarıyla, zincirin kendisini pizza pazarı içinde, daha yüksek gelirli bir tüketici grubuna hitap edecek şekilde farklılaştırmayı amaçladığı söylenebilir. Pizzalar şimdi gurmeler için ürün içerik bilgisine sahip olmakla beraber, glutensiz dış pizza kabuklarına sahip olan ve 'artisan pizzas' yani “sanatkar pizzası” olarak adlandırılan yeni bir ürünü de tüketicilere sunuyor.

Birçok büyük restoran zinciri, büyüyen tüketici kitlesini tekrar elde etmek ve yoğun rekabet ortamında ticari potansiyellerini korumak için, piyasadaki durgunluk döneminden itibaren kendi içlerinde yenilenmelere gitmekte. Buna örnek olarak, Burger King’in, yeni ürünlerinin reklamını yapmak için David Beckham gibi ünlüleri kullanması,  Chuck E. Cheese’in sakin maskotlarını bir rock stara dönüştürmesi verilebilir.


Monday 13 August 2012

APPLE'IN GENÇLERLE ARASI MI AÇIK?


Bir marka oluştururken, piyasaya yeni bir ürün sunarken, bir PR kampanyası düzenlerken ya da ileriye dönük maddi bir hedef koyarken, ticari açıdan sürekli göz önünde tutulması gereken bir şey var ki; o da hedef kitle. Hedef kitle, bir kuruluşun rotasını belirleyen ve onu istikrarlı bir yapıya bürüyen en net çizgilerden biri olarak kabul edilebilir. Bu faktör her ne kadar kuruluşun kendisi tarafından karar verilebilir ve kontrol edilebilir gibi gözükse de aslında bu seyri değiştirebilen önemli bir unsur var: Hedef kitlenin kendisi.

Demek istediğim şu ki; bir marka, hedef kitlesine yönelik stratejiler geliştirebileceği gibi bu hedef kitlenin değişen tercihleri de markanyı zaman zaman hedef kitlesini değiştirmeye itebilir. Tıpkı aşağıda paylaştığım makalenin Apple için söylemeye çalıştığı gibi.

Olimpiyatlar boyunca Apple’ın yayınladığı “Genius Bar” reklamı, Apple’ın hedef kitlesinin bir değişime uğrayıp uğramadığı konusunda bir takım spekülasyonlara yol açtı. Öyle ki, genç kesimin hedef edinilmediğinin iddia edildiği reklam filmi, yoğun eleştiri bombardımanından sonra yayından kaldırılma noktasına kadar geldi. Şimdi, The Atlantik Dergisi editörü Jordan Weismann’ın kaleme aldığı,  konuyla ilgili ayrıntıları içeren aşağıdaki makaleyi sizlerle paylaşmak istiyorum.

 “
Apple’ın reklam ajansının da doğruladığı üzere, olimpiyatlarla birlikte yayınlanmaya başlayan ve çok eleştirilen “Genius Bar” isimli Apple reklam filmi hızla yayından kaldırıldı. Dünyada 10 en iyi reklam ajansı arasında yer alan TBWA’nın yaptığı resmi açıklamaya göre, Apple ürünlerinin kullanımları konusunda kafası karışık orta yaşlı tüketici grubuna yardım etmeyi hedeflemiş olan ve “Apple Genius Bar” olarak adlandırılan Apple Dükkanını konu alan reklam filmini kaldırma kararı, blogcuların ve Apple fanlarının reaksiyonlarına bir yanıt vermekten çok uzaktı; aksine reklam zaten kısa bir süreliğine yayında kalması için planlanmıştı ve zaten kendiliğinden yayından kalktı.

Her neyse. Tüm bu iddiaları bir kenara bırakalım.

Sözü edilen reklam, televizyonlarda dönmeye başladığı zaman herkes Apple’ın bu reklamla neden kendi hedef kitlesi dâhilinde olmayan yaşlı kesime yöneldiğini merak etti. YouGov ‘daki pazarlama araştırmacılarına göre ise yanıt açık: Şirket gittikçe yaşlanan fanlarıyla iletişime geçmek istiyor olabilir.

Şimdi, durumu daha iyi anlamak için YouGov’un Apple hakkındaki bulgularına bakalım. Bu bulgulara göre, geçen yıl (2011) 35 yaş ve üzeri tüketiciler, genç tüketicilere kıyasla, Apple hakkında çok daha iyi, olumlu haberler duydular.

Aslında bulguları çözümlemeden önce YouGov’un tam olarak neyi ölçümlediğine bakmakta fayda var. YouGov, sorulara cevap bulmak için yaptığı ankette, cevap vericilere şu soruyu sordu:

‘Son iki hafta içinde, bir reklam ya da haber aracılığıyla yahut kulaktan kulağa dolaşarak size gelen bilgilerle Apple hakkında bir şey duydunuz mu, duyduysanız pozitif miydi negatif mi?’

YouGov daha sonra elde ettiği yanıtları toplayarak bunları, bir ‘Apple ile ilgili söylenenler skoru’na dönüştürdü. Burada şuna dikkat etmek gerekir ki, sorulan sorular tüketicilerin Apple hakkında ne düşündüğü değil ne duyduklarını saptamaya yönelik.

Elde edilen sonuçlar, 35 yaş ve üzeri tüketici grubunun, 18-34 yaş grubuna nazaran daha büyük bir Apple destekçisi olduğunu ortaya çıkardı. Böylece markanın olimpiyat reklamı, ne kadar kötü şekilde yürütülmüş olursa olsun, en azından yeni ve daha iyi bir tüketici grubunu hedeflemiş oldu.

Bunun tamamen doğru olup olmadığı hakkında bir şey söylemek şimdi mümkün değil. Fakat YouGov’un, tüketici fikirlerinden çok, ölçmeye çalıştığı şey Apple’ın PR faaliyetlerinin ne durumda olduğu.

Şu iki duruma bakalım:

35 yaş ve üzeri tüketici grubu, 4 yıl öncesine kıyasla Apple hakkında çok daha iyi haberler duyuyor değiller. Aksine kuruluş, bir ‘genç sorunu’nun gelişimine ortam hazırlayan faaliyetlerde bulunuyor. YouGov skoruna göre 18-34 yaş tüketici grubu, 2008’den itibaren, Apple ürünlerini satın alma açısından bir düşüş gösteriyor.

Bu durum Apple’ın Genius reklamını çok daha karmaşık bir hale getirmekte. Eğer YouGov verileri doğruysa, şirketin şimdiki en büyük problemi, gençlere olumlu/güzel Apple haberleri aktarmadaki yeteneksizliği. Buna rağmen Apple, dikkat çekici bir reklamla orta yaş tüketici grubuna seslenmeye karar verdi. Marka bunu, İphone 4S reklamlarında Martin Scorsese ve John Malkovich gibi isimleri kullanarak kurnaz yollarla zaten yapmaya başlamıştı. Fakat en son yayımladığı Genius Bar reklamı, yepyeni ve son derece belirgin bir strateji üstlenip marka politikalarına dair bir bilinmezlik yaratmıştır.

Apple belki de sadece şansını daha yaşlı ya da daha zengin bir tüketici grubundan yana kullanmak istedi. Fakat geçtiğimiz 10 yılda kendi kendinin pazarlamacısı olan bu lider marka için bu yöntem esasında biraz garip bir seçenek gibi görünüyor.

Şüphesiz ki çılgınca sahnede yerini alacak olan İphone 5 ürünü ile Apple yakın zamanda kar marjını ya da tüketici ilgisini kaybetme tehlikesi altında gözükmüyor; fakat şirket giderek daha az gence hitap edecek duruma gelirse ve bu durumu iyileştirmek için hiçbir şey yapmazsa, sanırım geleceğin markasının ne olacağı üzerinde düşünmek zorunda kalacağız.


Sunday 12 August 2012

OLİMPİYATLARDA BİR ALTIN MADALYA DA NIKE'IN OLDU




Olimpiyat oyunlarının sonuna gelirken, size “bu sene olimpiyatlar sizce ne renkti?” diye sorsam ne cevap verirsiniz?

Şüphesiz ki, onlarca ülkenin sporcularının kıyasıya rekabet ettiği oyunlar birbirinden renkli görüntülere şahit oldu. Fakat bir renk vardı ki, yaydığı enerji ve bütünleştiği sportif adımlarla adeta olimpiyat ruhunu yansıtıyordu:

 Nike “Volt” ayakkabı serisinin saçtığı fosforlu sarı!

2012 Londra Olimpiyat Oyunları’nın resmi sponsoru olmamasına rağmen Nike, sporculara giydirdiği fosforlu sarı ayakkabılarıyla olimpiyat oyunları boyunca adeta “ben buradayım” diye bağırdı. Diğer yandan markanın, renklerin hafızada yarattığı güçlü çağrışım durumunu ustalıkla kullanmış olması, “ben buradayım” mesajının sadece olimpiyatlar süresince değil, hedeflediği gibi olimpiyat oyunları sonrasında da taze kalmasını sağladı.

Nike’ın, fosforlu “Volt” serisiyle yakaladığı başarı, dünyadaki pazarlama uzmanları tarafından da ödüllendirilmiş durumda. NBC News habercisi Bill Briggs’in kaleme aldığı makale, Nike’ın bu başarısına dair çeşitli ağızlardan çıkan yorumları ve başarılı pazarlama stratejisinin ayrıntılarını ele alıyor. Şimdi bu renkli makaleyi sizinle paylaşmak istiyorum.

Günlerce süren olimpiyat rüzgarı yavaş yavaş etkisini kaybederken, pazarlama uzmanları, keskin reklam ve akıllı PR stratejisi, her yerde göze çarpan fosforlu sarı Volt ayakkabılarıyla, Nike’ı altın madalyayla ödüllendirdiler. Sponsor olmamasına rağmen olimpiyatlarda daima yüksek bir profil sergilemeyi başaran Nike, 155 milyon dolarlık sponsorluk bütçesi altına giren Visa, McDonald’s ve Adidas gibi markaları, cesaretli kampanyasıyla alt etmeyi başarmış gibi görünüyor.

New York’taki bir tasarım firması olan Carbone Smolan Ajansı’nın kurucu ortaklarından Leslie Smolan, Nike ayakkabıları için;

 ‘ Ayakkabılar, olimpiyat oyunlarında gözüme çarpan ilk şey oldu. Nike’ın bu yaklaşımı tek kelimeyle harikaydı. Bu sayede Nike, ürünüyle ilgili konuşmak yerine ürününü göstererek, olimpiyat ruhuna ismini entegre edebilmeyi çok iyi bir şekilde başarmıştır‘ diye belirtiyor.

Associate Press haberine göre Londra Olimpiyat Oyunları organizatörleri, Nike’a reklam ve pazarlama kapsamında yasal bir set koymayı düşündüler. Olimpiyatlarla ilişiği olmayan markaların uygunsuz pazarlama stratejilerine başvurmalarını önlemek için görev başında olan Uluslararası Olimpik Komitesi de atletlerin, kişisel sponsorları hakkında tweet atmalarını yasakladı. Fakat denetleyiciler Nike logolu yarışmacıların fosforlu ayakkabıları ayaklarına geçirmelerinin önüne geçemedi ve nihayetinde şuna varıldı:

‘Olimpiyatçılar, markanın onlara, giydiklerinde sahada başarı getireceğini vaat ettikleri her türlü ayakkabıyı giyebilirler.’

New York menşeli bir iletişim ve pazarlama danışman firması Hanft Projects’in CEO’su Adam Hanft’ın görüşleri ise şöyle:

‘Nike, Olimpik ölçüde bir bütçe ayırmadı fakat olimpik ölçüde bir marka bilinirliği yaratmak için, göze çarpan ticari kostüm ve logosunu çok akıllı bir şekilde kombine ederek kullanmayı başardı. Bu, pazarlamacıları güldüren fakat olimpiyat komitesini çılgına çeviren, gerilla usülü bir ürün yerleştirme yöntemi.’

Bunlardan yola çıkarak söylemeye gerek bile yok ki; Nike, başarıyla yürüttüğü ayakkabı kampanyasında kesinlikle kusurlu değildi.

Nike sözcüsü Brian Strong ise, 400’den fazla sporcunun olimpiyatlarda Nike Volt serisini giydiği ve bu atletlerin çoğunluğunun hem atletizm hem de boks ve eskrim dallarında yarışmış sporcular olduğunu belirtti. Aynı zamanda, 10 Ağustos Cuma itibariyle, Volt ayakkabı giyen 41 sporcunun madalya kazandığı, bunların yüzde 43’ünün ise atletizm dalında rekabet ettiğini söyledi.

 Fakat esas önemli olan nokta, tüm bu süreçte Nike’ın, ismini dünyaya duyurmak için logosunu ifşa etmeye gerek duymamış olması. Nike Volt serisi en başından tüketicilerin göz bebeği olmak için tasarlanmış.

Strong sözlerine şöyle devam ediyor:

‘ İnsanın görme duyusu en fazla sarı ve yeşil renklerine duyarlıdır. Bu renklerin görme sinyalleri üzerindeki gücü, arka planla yüksek kontrast oluşturduğu zaman çok daha faydalanılabilir hale gelmekte. Tıpkı Londra Olimpiyatları’nın kırmızı yoğunluklu arka planında olduğu gibi. İnsanın görme duyusu, Volt rengine karşı, kırmızıya nazaran çok daha fazla duyarlılığa sahip.

Nike olarak biz her zaman sporcularımıza, dünyanın en büyük platformlarında, en iyi tasarımı ve en yenilikçi özellikleri sunacağız. Volt, güçlü ve dinamik bir renk ve şüphesiz ki bu renk yaz olimpiyatları boyunca bizim görünür imzamız oldu.’

Nike’ın, bir PR başarısı olarak, oyunların ilk aşamalarında karşı karşıya geldiği bir olay da, Mısırlı atletlerin, gerçeklerini alacak güçleri olmadıklarından, sahte Nike ısınma malzemeleri ile çalışmalarının fark edilmesi. Nike’ın bu duruma verdiği tepki ise, markayı tüketicilerin gözünde daha yüksek bir seviyeye taşıyacak cinsten. Çünkü Nike, bu sahtecilik olayından şikayet etmek yerine, Mısırlı atletlere orijinal Nike ısınma takımı hediye ediyor.

Nike aynı zamanda, olimpiyatların 40. Kuralıyla da adeta flirt ederek (sponsor olmayan markalara olimpiyatları kullanarak reklam yapma yasağı koyan kural) çok sayıda olimpiyat sporcusunu kullandığı “Find Your Greatness”  isimli televizyon reklamıyla da dikkatleri üzerine çekti. Vanderbilt Üniversitesi profesörü Jennifer Escalas’ın konuya yaklaşımı ise şu şekilde:

‘Nike’ın televizyon reklamı, tüketicilerin, kendilerinin olimpiyatlara dair sahip olduğu pozitif düşünce ve duyguları ile yasal sponsorlar arasında kurdukları ilişkiyi etkilemek için oldukça müsait. Bu reklam kampanyasından ötürü, birçok yasal olimpiyat sponsorunun haklı olarak çok üzgün olduklarını ben kendim gözlemledim.’

Nike sözcüsü Strong’un ise buna verdiği yanıt şöyle:

‘ Find Your Greatness reklamı, dahiliğin herkes tarafından her yerde bulunabilineceğini göstermek için dünyanın çeşitli ülkelerinden sporcuları Londra çatısı altında birleştiren bir reklamdır. Bizce bu, tüm dünyanın gözünün Londra’ya odaklandığı bir dönemde çok güçlü bir mesaj.’

Chicago’nun mobil pazarlama ve teknoloji şirketi Vibes’in kurucularından Alex Campell ‘in ise Nike’ın olimpiyat stratejisine genel olarak şöyle yorum yapıyor:

‘Bunu çok sevdim; çünkü Nike, bir olimpiyat sponsoru olmamasına rağmen sponsorlardan biriymiş gibi görünür olmayı başardı.’


FIND YOUR GREATNESS REKLAMI


Friday 10 August 2012

SIKÇA BAŞVURULAN HATALI KULLANIMLAR: NEDEN OLMAK/SAĞLAMAK, SAYESİNDE/YÜZÜNDEN


Yazılı ve görsel medyada mütemadiyen karşılaştığım bir Türkçe kullanım yanlışına değinmek istiyorum. Malum, Türkçe’nin, pek çok sektörün yanı sıra PR sektörü için de hayati derecede önemli olduğu bir gerçek. Fakat sözünü edeceğim hataya, Türkçe’yle haşır neşir olan, olmak zorunda olan sektörlerin yazılı kaynaklarında ya da bu sektörlerdeki bilirkişilerin sözlü ifadelerinde rastlamak beni adeta çileden çıkarıyor. 
Ben Türkçe’yi sıfır hata yaparak mı kullanıyorum, elbette hayır; fakat bu kadar basit ve belirgin bir hatayı yapmayacak kadar da dilime hakim olduğumu söylemeliyim.
Neden olmak” ve “sağlamak” kelimelerinin cümle içinde yanlış kullanımlarından bahsediyorum.

Sarf edilen cümle ister olumlu ister olumsuz bir anlama sahip olsun, yukarıdaki iki kelimeden önce hangisi dile gelirse, onun kullanıldığını fark ettim.  
“Neden olmak” ya da “sebep olmak” söz öbeklerinin olumsuz bir anlam içeren cümlelerde, “sağlamak” mastarının ise olumlu bir mana içeren cümlelerde kullanılması gerektiğini ben buradan yazmak istiyorum. Bir örnekle gösterecek olursam;

Yaptığı hatalar işten atılmasına neden oldu.

Yukarıdaki kullanım, doğru bir kullanımdır; çünkü bir şeyin bir şeye neden olması, birbirinden etkilenerek meydana gelen zincirleme bir kazayı çağrıştırır. Neden olan şey, etkilenen şey üzerinde muhakkak olumsuz bir etkiye sahiptir.

Özverili çalışması daha hızlı terfi etmesini sağladı.

Burada ise, bir durumun getirdiği olumlu sonuç vurgulanıyor. Zincirleme bir olumsuzluktan öte birbirinden etkilenerek ortaya çıkmış bir olumlu durumlar zinciri söz konusu.

Sıkça yapılan bir kullanım yanlışı da, “yüzünden” ve “sayesinde” kelimeleri arasındaki karmaşıklıktan ileri geliyor. Benzer şekilde, “yüzünden”, bir durumun yarattığı olumsuz bir sonucu vurgulamak için kullanılırken, “sayesinde” kelimesi bir şükran ifadesini belirten olumlu bir mananın vurgusudur. Örneğin;

Köprü çalışmaları yüzünden trafikte saatlerini geçiren halk isyan etti.

Burada, halkın isyanının köprü çalışmaları tarafından tetiklenmesi vurgulanıyor. İsyan gibi olumsuz bir durumun sebebi, köprü çalışması olarak gösteriliyor.

Azalan nem sayesinde insanlar 2 gündür rahat nefes alıyorlar.

Bu cümlede ise, ortaya çıkan olumlu durumun kaynağının nem olması, “sayesinde” kelimesiyle vurgulanıyor.

Bugüne kadar dilbilgisi konusunda hassasiyetimin en yüksek olduğu nokta, ayrı yazılması gereken bağlaçların bitişik yazılmalarıydı; fakat son zamanlarda yukarıda sözünü ettiğim konuyla ilgili hatalara çok sık rastlamam hassasiyetimi adeta ikiye böldü.
Ben bir dilbilimci değilim fakat kişisel olarak önem verip üzerinde durduğum konulara dair bildiklerimi kendime ait bu sosyal alanda paylaşmak iyi hissetmemi sağlıyor.
Herkesin her gün iyi hissetmesi dileğiyle…
J

THY VE ETİK KAVRAMI ÜZERİNE




“Etik” kavramı, biz farkında olalım ya da olmayalım, bu kavrama önem verelim ya da vermeyelim, hayatımızda oldukça önemli bir rol oynar. Hele ki günlük hayatımız dışında, verilen bir kararın çok geniş kitleleri etkileyebildiği iş dünyasından söz ediyorsak eğer  iş çevremize etik bir anlayışla yaklaşma zorunluluğumuz kaçınılmazdır. Ne için? Başarılı olmak, itibarımızı hakkıyla yönetmek için elbette.  

Ben, bu kavramın aslında yenilenebilir bir özelliğe sahip olduğunu düşünüyorum. Bence, etiksizlikten kaynaklanan bir krize, etiğin hâkim olduğu stratejilerle yaklaşıldığı zaman, kotarılmaya çalışılan durum için ilk ve en önemli adımın atılmış olduğunu varsayıyorum. Hata ne kadar büyük olursa olsun, içinde bulunulan durum ne kadar içinden çıkılamaz görünürse görünsün, bir takım önemli ilkelerin geç de olsa farkına varmak ve onları benimsemek, durumun muhakkak iyiye gitmesini sağlar.  

Dünyadaki kuruluşların yüzde kaçının, stratejilerini etik ilkeler çerçevesinde yönettikleri meçhul. Bu kuruluşları bir etiklik çerçevesinde değerlendirebilir olmak, bazen kurumun kendisinin alenice attığı bir adım ya da aldığı bir karar, bazen de istemsizce ortaya çıkan bir kriz aracılığıyla mümkün olabiliyor.

Bu bağlamda Mayıs ayında bir “grev” kriziyle karşı karşıya kalan Türk Hava Yolları’nın, bugün airport internet sitesinde okuduğum bir haberine yer vererek, etik kavramını bu kuruluş üzerinden değerlendirmek istedim. Haberin değinmek istediğim kısmının başlığı şöyle:

“İşten atıp, ‘ölü’ saydılar”

Özetleyecek olursam;

29 Mayıs tarihinde işten çıkarılan kabin amirlerinden biri olan Meltem Akdağ, ABD’nin Los Angeles kentinden İstanbul’a dönmek için, THY’de çalışan eşiyle birlikte pas(ücretsiz) bilet almak istiyor fakat satış sisteminde, kendisi için yazılmış“öldü” bildirisi kendisini büyük bir şaşkınlığa uğratıyor. Üzerinde düşününce, durumun, THY’nin ücretsiz bilet uygulamasıyla ilişkili olduğu anlaşılıyor. Şöyle ki, bu uygulamaya göre, karı-koca çiftlerden birinin pas hakkını kaybetmesi için kişinin ölmüş ya da çiftin boşanmış olması gerekiyor. THY de, işten atılan Meltem Akdağ’ı bu uygulamadan mahrum bırakmak için, kendisini “öldü” gösteriyor.

Buradan çok rahat bir şekilde THY’nin, grev krizine etik olmayan yollarla cevap verdiği gözlemlenebilir. Grev yasağına karşı eylem yapan 305 işçisini, kendilerine kısa bilgilendirme mesajı yollayarak 1 günde işten çıkaran bir kurumun tepkilerini etikten yoksunlukla suçlamak için yukarıda özetlediğim habere ihtiyaç da yok belki; fakat bu etiksizliğin üstünü çizmek için bir ihtiyaç olabilir.

THY, kendi değerlendirmelerine göre (normlarına göre demiyorum) suçlu bulduğu bir çalışanını, bir kısa mesajla bilgilendirip işten atarak hem kurumsal olarak imajına gölge düşürdü (tamam, THY açısından bu onun sorunu) hem de doğal bir hakkın savunucusu olduğu ve senelerini THY’ye verdiği çalışanını mağdur bırakıp onun kişilik hakkına resmen tecavüz etti. (burada ise sorun, THY’den çıkıp, bir “insan”ın onur meselesi haline gelmekte)

Kişiliğe zaten bu kadar bilinçsizce müdahale edilmişken, çok daha ileriye gidip bir insanı resmi kayıtlarda “öldü” olarak göstermek ise (her ne kadar seçim zamanlarında, çoktan hakkı rahmetine kavuşmuş hayali seçmenlerden ya da işyerlerinde yokmuş gibi gösterilip etiyle kemiğiyle aslında var olan kayıt dışı işçilerden bu tarz yanılsamalara alışık olsak da) bize aslında ölen şeyin bir insanın kimliğinden çok bir kurumun vicdani kimliği olduğunu gösterir.   

Fakat yukarıda sözünü ettiğim gibi, ben iş dünyasındaki dirilişleri de önemsiyorum. Her diriliş bir diriliş politikasına sahip olmayı gerektiriyor tabii. Aslında çok samimi ve basit bir cümle, karmaşık diriliş politikasını ustaca yürütmenin en önemli, en basit ve en iş bitirici adımı olabilir:

“Özür dileriz”

Bu basit ama tonlarca ağırlığı olan cümlenin sarfı, sarf edecek olan tarafından elbette ciddi bir kabullenmeyi de gerektirir. Kabullenilmediği halde, neden kabullenilmediğini ispatlamak ve bunu halka göstermek yerine sadece politik bir söylem olarak telaffuz etmek de marka kimliğini güçlendirmek adına çok sağlam bir yöntem olmayabilir. Hangi tarafın haklı olup olmadığını bilinçli bir şekilde tespit etme süreci de, kriz dönemi süresince iyi bir kulak, merak ve algıya sahip olmayı gerektirir.

“Kim benim hakkımda ne diyor? Müşterilerimizin bu konudaki nabzı nedir? Çalışanlar, tedarikçiler, anlaşmalı kuruluşlar, paydaşlar, resmi makamlar bu durumu nasıl yorumluyor? Olayın evrensel boyutu nedir? Uluslar arası ilgili kuruluşların bu konuya yaklaşımları ve konu hakkındaki düzenlemeleri nedir? “

Kriz süresince bunlar ve bunun gibi sorgulamalar, söz konusu krizi doğru değerlendirmede ve bu değerlendirme sonrası yürütülecek politikaların isabetliliğinde çok önemli rol oynadığı gibi, markaya da daha duyarlı bir kimlik yükler. 
Dünyanın önde gelen havayolu şirketlerinden biri olan Türk Hava Yolları da keşke, dünyada bir örneği daha bulunmayan bir yasa tasarısını, bu tasarıya karşı çıkan işçilerini işten çıkararak desteklemeseydi de Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nin takındığı takdir edilesi tavrı takınıp gönüllerimizi fethetseydi. Böylece ciddi bir krizin, kurum açısından nasıl bir avantaja dönüştürülebileceğinin örneğini görmüş olurduk.

Monday 6 August 2012

ÇİN KÜLTÜRÜNE YÖNELİK MARKA STRATEJİLERİNE DAİR 3 KİTABIN ÖZETİ




Kültürler arası farkın iş dünyasında ne derece önemli olduğunu söylemeye gerek yok. Söz konusu uluslar arası ilişkiler olunca, her kuruluşun farklı bölgelere göre tasarlamak zorunda olduğu farklı stratejiler devreye giriyor. Bir markanın Türkiye’de uygulayacağı politikaları ile çok farklı bir kültüre sahip Çin gibi bir ülkede uygulayacağı politikalar aynı olamaz. Olmamak zorunda.

Buradan yola çıkarak, LosAngeles Times’ın, Çin kültürü ile marka stratejileri arasındaki ilişkiyi KFC markasını ele alarak anlatan 3 kitap ile ilgili yaptığı habere yer vermek istedim. Sözü edilen kitapların orjinal isimleri, Tom Doctoroff tarafından yazılan “ What Chinese Want: Culture, Communism and China'sModern Consumer”, Shaun Rein tarafından yazılan "The End of Cheap China: Economic and Cultural Trends That Will Disrupt the World" ve Mary Bergstrom tarafından yazılan "All Eyes East: Lessons From the Front Lines of Marketing to China'sYouth" .

Kitaplarda, KFC’nin örnek olay olarak incelenmesinin sebebi, bu markanın, Çin’e giren ilk Batılı marka olması ve şu ana kadar da çok başarılı olması olarak gösteriliyor. Aynı zamanda KFC’nin, “Çin kültürüne yabancılık” faktörünü bir dezavantaja dönüştürmeden, Çin’e nasıl adapte olduğunu çözümlemek açısından, bu markanın irdelenmesi gereken baş marka olduğu da belirtiliyor.

Çin ile ticaret yapmak isteyenlerin merak ettikleri de zaten bu: KFC bu başarıyı nasıl yakaladı?

Doctoroff KFC’nin başarısını, KFC mönüsünün, McDonald’s mönülerinden neden çok daha iyi olduğunu sık sık vurgulayama stratejisine bağlıyor. Aynı zamanda KFC’nin, Beijing Tavuk Dürümü, Altın Kelebek Karidesi, Aromalı Mantarlı Pirinci ve Yumurtalı Domatesli Çorbasının, Kovada Kızarmış Tavuklarına kıyasla, KFC popüleritesini garantilemede çok daha fazla rol oynadığını da belirtmiştir.

Rein ise KFC’nin, Çinlileri, ürünlerinin Çin’in yerel yemeklerinden daha sağlıklı olduğuna nasıl ikna ettiğine açıklık getiriyor. Orta sınıf Çinli tüketiciler KFC’nin normalden fazla yağ kullandığını fakat bunun sağlıklı ve önceden kullanılmış bir yağ olmadığını bildiklerini söylüyor. Ayrıca Çinlilerin, kendilerini bulacak bir kalp krizini, ani bir zehirlenme skandalına (2008 yılında, binlerce bebeğin hastalanmasına neden olan, Çin üretimi süt tozlarının içerisinde bulunan Melamin maddesinin yarattığı zehirlenme faciasında olduğu gibi) tercih edecekleri de belirtiliyor.

Kısaca Rein, Batı pazarındaki tüketicilerden farklı olarak Çinlilerin satın almada farklı hesaplamalar yaptıklarını ve Çin’de sağlıklı yemek satışı için de yeterli derecede mali güç olduğunu öne sürerek bu durumu irdeliyor.

Bergstrom ise KFC’nin pazarlama tekniklerini inceleyip Pazar liderlerinin bile bazen hataya düştüklerini belirtiyor. Yazar, KFC’nin, Çin’de, promosyon kuponlarını kabul etmediğine ve bu olayın Çinli tüketiciler tarafından online olarak ve vandalizme başvuracak kadar yoğun protesto edilmesi ne de (Çinli tüketicilerin gücünü göstermek açısından) yer vermiştir. Ortaya çıkan gerçek ise, Çinli tüketicilerin, yabancı bir markadan, yerli bir markaya nazaran çok daha fazla şey bekledikleridir.

Çinli tüketiciler oldukça ulusalcıdır fakat yabancı markaların yerli Çin markalarından her zaman daha güvenli ve kaliteli olduğunu düşündüklerinden, çoğu zaman daha fazla para verip yabancı markaları seçerler. Çin’in en büyük spor markalarından biri Li Ning bile piyasada yerli marka olarak öne çıkmanın zorluklarından bahsediyor.

Markalardan yüksek bir beklenti, yüksek fiyatları da beraberinde garantiler fakat beklenen kalite ve güven yerine getirilemediği zaman, çok yüksek seviyede bir memnuniyetsizlik de garantilenmiş olur. (Promosyon kuponu olayında olduğu gibi)
Bergstrom’un kitabı, genç Çinli tüketicilerin, kendi yerli markalarını küçümsedikleri zaman, giderek online mecralarda yabancı markalardan alış veriş yaptıkları konusunda da bir uyarıda bulunmakta.

2008’de meydana gelen Sichuan depremi sonrasında, oldukça yüksek kar eden fakat yardım kuruluşlarına yeterli yardımı yapmadıkları iddia edilen yabancı markaların listesi bir metin mesajı olarak yayıldı. Pek çok yabancı marka büyük bağışçılar olmasına rağmen, hedef olarak seçilmiş bazı markalar protestolar ve boykotlarla karşı karşıya kaldılar.

Çin tüketicilerinin, özellikle yeni şeyleri deneme konusundaki alışveriş oyununda, Batı’lılara göre çok daha yeni ve istekli olduklarını söylemek mümkün. Fakat yabancı markalar da bu ülkeden esinlenerek, uygulanabilir projeler tasarlamaktalar. Örneğin, Amerika’nın banyo tesisat firması Kohler, soğuk Çin banyolarından esinlenerek, küresel olarak satılan en popüler banyolarından birine ısıtmalı ayak dayanağı ekledi.

Çin’de yıllarca yaşamış ve çalışmış yazarlardan her biri aynı zamanda, ülkenin pazarlamaya dair geleneksel bakış açısına bir farklılık getirmişlerdir; çünkü Çin’in fazla nüfusundan dolayı, mutlaka büyük bir çoğunluğun Batı’nın sattığı ürünleri satın almak isteyeceği düşünülmüştür.

Doctoroff, bu Çin İmparatorluğu’na dair 10 uydurmacanın üstüne gitmiş ve onları birer birer çürütmüştür. Bunlardan bazıları:

Komünist Parti, bir halk ayaklanması ile devrilme eşiğinde değildir,

Çinliler, herhangi bir dönüşüm içine girerek, Amerikan tarzı bireysellikçiliğe yönelmemekteler (geniş aileler, kabileler hala çok değerli),

Çinlilerin para ile pek işleri yoktur,

Çin, zaten bir değişim göstermiş gibi görünmüyor.

Doctoroff, Çin kültürünün temelinin binlerce yıl boyunca sabit kaldığını ve Çinlilerin yapıtıkları şeyin, bunca zaman bir kenara koydukları değerleri tekrar keşfetmek olduğunu belirtmiştir.  

Yazar, son rötuşu da yaparak, en büyük uydurmayı da yerle bir ediyor. “Çinli tüketiciler anlaşılmazlar” uydurması.

Aslında 3 yazar da, bu son uydurmanın farklı yollardan bir kurmaca olduğunu söylüyorlar. 3’ünü de okuyunca Çin ulusuna ve mekanizmasına dair işe yarar fikirlere sahip olunacağı belirtiliyor.

Rein ve Doctoroff’un kitapları, Çin’in, Batı’nın üstünlüğünü tehlikeye sokmak için doğru zamanda olup olmadığını açıklığa kavuşturmayı esas almıştır. (Yazarlar, öyle olmadığını düşünmekteler.)

Bununla birlikte, ülkenin ekonomik gelişimini ölçmek için jeopolitik anlayış, Rein’in fahişelere dayanarak geliştirdiği ölçüm sisteminden, çok daha az önemlidir.
Yazarın kitabı, çekici bir telekızla (0900’lü hatlar gibi) başlayıp saçları ağarmış bir cadde kadınıyla sona erer. Rein, parlak gençlerin, giderek eski mesleklerin dışında arayışlarda olduğu meslek sektöründe gittikçe artan değişikliklere yönelik “Çinli fahişelerin çirkinlikleri popülerleşen bir trendin parçasıdır” metaforunu kullanmıştır.

Rein, dünyanın geri kalan kısmının ticaret anlayışını değiştirecek bir cümle de sarfediyor: 'Çinliler artık, bizim Wal- Mart’ımızın stoku için yer fıstığı üretiminde bulunmak istemiyorlar; onlar üreticilikten ziyade tüketici olarak çok daha etkili bir konuma geliyorlar.'

"